NAZLI ÖNGÖREN / ANKARA - BHA

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Büyükgümüş, TİMBİR Başkan Vekili ve Star Gazetesi yazarı Av. Cüneyd Altıparmak’a önemli açıklamalarda bulundu. Açıklamalarından öne çıkanlar şöyle:

"Cüneyd Altıparmak: Lise ve üniversite yıllarından başlayayım. Galatasaray Üniversitesi Türkiye'nin en önemli üniversitelerinden birisi. Oradan dereceyle mezun oldunuz. Okuduğunuz lise de siyasetle ilgili. Ama sanırım bu birikimin sebebi sadece eğitim değil. Türkiye perspektifi açısından hangi düşünürler, olaylar ve durumlar sizi etkiledi. Hangi şartlar sizi siyaseti okumaya ve pratiğinde yer almaya sevk etti?

Lise eğitimime başladığım dönemde siyaset bilimi alanında lisans eğitimi almak ve bu alanda akademik bir kariyer yapmak istiyordum. Siyasetin yoğun biçimde konuşulduğu, ülke ve dünya meselelerinin sürekli tartışıldığı bir evde büyüdüm. Babam Refah Partisi teşkilatlarında görev aldı, ardından Fazilet Partisi'nde siyasete devam etti. Aile olarak Millî Görüş çizgisinden geliyoruz.

Bugün 28 Şubat süreci tarih kitaplarında okunan bir dönem olarak görülüyor; ancak bizim ailemiz için bu, bizzat yaşanmış bir tecrübeydi. Siyasetin içinde olup 28 Şubat gibi sarsıcı bir süreci yaşayan ailelerde genellikle iki temel refleks ortaya çıkar: Ya siyasete karşı bir soğuma olur ya da güçlü bir merak gelişir. Ben ikinci yolu seçtim. Siyasete babamla birlikte adım attım. Siyaset üzerine düşünmek, kampanyalarda yer almak, parti toplantılarına katılmak çocukluğumun doğal bir parçasıydı.

İstanbul Sosyal Bilimler Lisesi mezunuyum. Sosyal bilimler liseleri, AK Parti'nin eğitim hayatımıza kazandırdığı önemli kurumlardan biridir. Buradaki temel fikir şuydu: Fen liseleri vardı ve bu okullardan mühendislik ve tıp alanlarında çok değerli isimler yetişiyordu. İktidarın ilk dönemlerinde şu entelektüel tartışma gündeme geldi: Sosyal bilimler alanında daha yoğun ve derinlikli bir eğitim veren liseler kurgulanabilir mi?

Bu çerçevede biz, lisede Osmanlı Türkçesi eğitimi aldık. Bu eğitim bana çok önemli bir kültürel derinlik kazandırdı. Her sosyal bilimler lisesine bir isim verilmişti. İstanbul'daki okulun adı Mümtaz Turhan Sosyal Bilimler Lisesi idi.

Eğitim hayatınızın bu isimle şekillenmesi tesadüf olmasa gerek...

Lisesinde okudum ama "Bu hoca kimdi?" diye merak ettim. Bu merak, benim için birçok kapının aralanmasına vesile oldu. Mümtaz Turhan, sosyal psikolojiyi Türkiye'de kuran isimlerden biridir. En bilinen eseri "Kültür Değişmeleri"dir. Bu eserde temelde, toplumların doğuşu, büyümesi, tarih sahnesine çıkışı ve nihayet yok oluşu meselesini tartışır.

Türkiye üzerine düşünen belirli bir entelektüel ekol, şu iddiayı ileri sürer: Türkiye toplumu, Osmanlı İmparatorluğu'nun bakiyesi olarak ortaya çıkmıştır; ancak uygarlık çizgisi içinde artık tarihin akışına yön verebilecek bir konumda değildir. Bu yaklaşım, bizi adeta "kaybetmiş bir medeniyetin çocukları" olarak tanımlar.

Rahmetli Mümtaz Turhan'ın bütün akademik kariyeri, bu iddiaya güçlü bir reddiye yazmakla geçmiştir. Her gün tabelasında adını gördüğünüz bir ismin fikrî dünyasına ister istemez yakınlaşıyorsunuz. Bu nedenle okuduğum ilk eserlerden bazıları onun kitapları oldu. Zamanla, bu toplumun "tarih dışı kalmış" olduğu tezinin bütünüyle karşısında durmamız gerektiğini daha güçlü biçimde düşünmeye başladım.

"TÜM EZBERLERİMİZİ BOZMAK ZORUNDAYIZ"

Hala "reddettiğiniz düşüncenin" kırıntıları devam ediyor değil mi?

Üstelik sadece tek bir alanda değil, hayatın hemen her alanında kendini gösteriyor. Bu yaklaşım, bir yandan derin bir özgüvensizlik alanı üretirken, diğer yandan dış etkilere fazlasıyla açık bir zihniyet inşa ediyor. Asıl rahatsız edici olan da tam olarak bu. Kendimizi tarihsel akışın kenarında, edilgen bir toplum olarak konumlandıran bu inanışa karşı entelektüel düzeyde ciddi ve tutarlı bir itiraz geliştirmemiz gerekiyor. Bu, sadece geçmişi savunmak meselesi değil; geleceğe dair söz söyleme iddiasını da canlı tutmanın bir zorunluluğu.

"TARİHÇİLERİN PUSULASIYLA İKTİSADI YENİDEN OKUMAK"

Başka hangi isimler sizi etkiledi...

Şunu sordum kendime: Kültürel alanda anlatılan bu hikâye böyleyse, iktisadî konularda durum gerçekten neydi? Türkiye'de iktisat tarihi alanında son derece değerli isimler var; fakat ne yazık ki hak ettikleri ilgiyi yeterince göstermiyoruz. Rahmetli Mehmet Genç bu isimlerin başında gelir. Osmanlı İmparatorluğu'nda Devlet ve Ekonomi adlı eserini özellikle tavsiye ederim.

İktisat tarihinin elbette teknik bir yönü vardır; ancak bu eseri okurken asıl dikkat edilmesi gereken şey, ne anlatmaya çalıştığıdır. Aslında bu kitap; "bir entelektüelin", bizi tarih çizgisinin dışında gören ve böyle tasvir eden yaklaşımlara karşı ortaya koyduğu güçlü bir duruşun ürünüdür.

Sıklıkla tekrarlanan bir tez vardır: "Avrupa'da önce Sanayi Devrimi gerçekleşti, ardından sanayi kapitalizmi oluştu; o sırada Anadolu'daki insanlar bu süreci anlayamadıkları için geride kaldılar." Mehmet Genç'in çalışması, bu anlatının doğru olmadığını açık biçimde ortaya koyar. Osmanlı toplumunun bu iktisadî dönüşümü son derece iyi fark ettiğini ve doğru biçimde yorumladığını gösterir.

Ancak burada belirleyici olan şey, bir tercih meselesidir. Bu medeniyetin dünyayı algılama biçimi ve buna dayanan ahlaki bir duruşu vardır. Çünkü bu toplum, "işçinin teri kurumadan hakkını verin" öğretisiyle yetişmiş bir medeniyettir. İşçinin ortaya koyduğu artı değeri sömürerek sermaye biriktirmeyi ahlaken meşru görmez. Asıl mesele tam olarak budur.

Matbaa meselesi de böyle sanırım...

Mesela Halil İnalcık Hoca'nın çok kıymetli bir makalesi vardır: "Ottoman Methods of Conquest". İnalcık bu çalışmada, Osmanlı'nın erken dönem yayılma stratejilerini ele alırken Çukurova, Halep ve Suriye hattındaki at yetiştiriciliği ve at ticaretinin önemini ayrıntılı biçimde inceler. Bu konuyu başka yazılarında daha detaylı ele alır aslında.

Özellikle sipahi sisteminin beslenmesi, sefer lojistiğinin sürdürülebilirliği ve Memlük–Osmanlı rekabeti açısından bu hattın taşıdığı stratejik rolü açıkça ortaya koyar. Güney Anadolu–Suriye at ticareti, bu bağlamda yalnızca iktisadî bir faaliyet olarak değil; aynı zamanda askerî ve siyasî bir unsur olarak analiz edilir.

Bu örnek, Osmanlı'nın erken döneminde ekonomik, askerî ve siyasî aklın birbirinden kopuk değil; bilakis iç içe ve bilinçli bir stratejiyle şekillendiğini göstermesi bakımından son derece öğreticidir.

Halil İnalcık Hoca ile teşriki mesainiz de oldu, biliyorum...

Rahmetli Halil İnalcık hocamızla çok mesaimiz oldu. Halil İnalcık Osmanlı Tarih Araştırma Enstitüsü'nün kurucularındanım. Hala yönetim kurulu üyesiyim, gurur duyuyorum. Her yıl hocamızın adına o yılki çalışmalardan bir ödül organize ediyoruz, bu bizim için büyük bir onur...

CUMHURBAŞKANIMIZ SÖZÜMÜZÜ YÜKSELTTİ

Kültür ve iktisat anlamında iki temel esas belirttiniz, üçüncü ayağı ne düşüncenizin temel dinamiğinin?

Birincisi, kültür–medeniyet meselesi. İkincisi, iktisadî gerçeklik boyutu. Üçüncüsü ise bu çizginin siyasal boyutu. Ya da politik pratiği diyebiliriz buna... İşte tam bu noktada Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile bu bağı kurdum. Bunu dar anlamda bir siyasi tercih ya da partililik ilişkisi olarak değil; sosyal ve siyasal bir duruş bağlamında söylüyorum.

Sayın Recep Tayyip Erdoğan'a gönül vermemin en temel nedeni, bu duruşu siyaset diline tercüme edebilmiş olmasıdır. Biz, kaybetmiş bir medeniyetin evlatları değiliz. Biz, bu dünyaya söyleyecek sözü olan bir toplumun, güçlü bir medeniyet birikiminin mensuplarıyız. Eğer siyasetle meşgulsek, iş dünyasındaysak ya da akademide yer alıyorsak, hep bu idrakle hareket etmemiz gerekir.

Sayın Cumhurbaşkanımızın yürüttüğü siyaseti, sıradan bir siyasal liderliğin çok ötesinde; bir davaya liderlik etme iradesi olarak gördüm. Bu, günü kurtarmaya dönük bir siyaset değil; topluma ve tarihe dair iddiası olan bir çizgidir.

Karl Marx'ın meşhur bir sözü vardır: "Bilim, yalnızca yüzeyde görünenle yetinseydi, bilim olmaktan çıkardı..." Cemil Meriç ise "Ben baktığım meseleye sülfüre bakar gibi bakamam" der. Objektiflik, şuursuzluğa dönüştüğünde hiçbir anlam ifade etmez. Derinlikten, bağlamdan ve idrakten kopmuş bir tarafsızlık, hakikate hizmet etmez.

Parti teşkilatlarında yer almak, benim için kitap okumak kadar öğretici oldu. Her zaman söylerim: Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünden mezun olurken, aynı zamanda AK Parti Gençlik Kolları'ndan da mezun oldum.

AYDINLARIMIZ DA ETKİ ALTINDA...

Öğreniminiz bununla bitmemiş... Tocqueville'in üzerine yaptığınız yüksek lisans var. Çok anlaşılamayan, tercümesi biraz daha Türkiye'ye geç gelmiş bir düşünür. O eserler üzerinden ne gördünüz? Nasıl bir etki oluşturdu sizde?

Bu toplum düşüncesinin temelinde hangi kodlar var sorusunu sormama sebep oldu. Bugün karşı karşıya kaldığımız pek çok yeni nesil sorunun, yeni bir toplum tasavvurunu zorunlu kıldığı kanaatindeyim. Dünyadaki iktisadî ilişkiler hızla değişiyor, üretim araçları dönüşüyor; yapay zekâdan, dijitalleşmeden söz ediyoruz. İletişim biçimleri, insanı ve toplumu var eden neredeyse bütün unsurlar ciddi bir araçsal dönüşümden geçiyor. Bu noktada Alexis de Tocqueville benim için özel bir yerde duruyor. Tocqueville yalnızca bir düşünür değil; aynı zamanda bir bürokrat ve iyi bir siyasetçidir. Kendi döneminin toplum tasavvuruna yaptığı katkılar, bugün sosyoloji dediğimiz disiplinin fikrî temellerinin oluşmasında belirleyici olmuştur. Fransız Devrimi sonrasında, özellikle 1848 Devrimi sürecinde, Fransız toplumunun yeniden şekillenmesine dair temel tartışmalara aktif biçimde, bir siyasetçi olarak katılmıştır. 19. yüzyılın başlarında Versailles Mahkemesi'nde staj yapar; ardından bir uzmanlık tezi kaleme alır. Bu tezde son derece çarpıcı bir sorunun peşine düşer: Düello, Fransız toplumunda neden ve nasıl ortadan kalkmıştır? Aslında bu soru, Tocqueville'in bütün düşünce dünyasını özetler. Meseleyi tek tek olaylar üzerinden değil; toplumun zihniyeti, hukuk düzeni ve siyasal yapısı arasındaki derin ilişki üzerinden okumaya çalışır.

Çok ilginç bir konuya değinmiş...

Bu eserde son derece sarsıcı bir yaklaşım ve güçlü bir sonuç vardır. Tezimde özellikle bu noktaya temas ettim. Duello, bilindiği üzere, dönemin "centilmenleri"nin aralarındaki bir ihtilafı çözmek için başvurdukları meşru kabul edilen bir yoldu. Bir kişi duelloya davet edildiğinde bunu reddetmek ayıp sayılırdı.

Taraflar omuz omuza dizilir, belirli bir adım sayılır; şahitler huzurunda dönülür ve ateş edilirdi. Böylece mesele kapanmış kabul edilirdi. Ancak zamanla bu pratik sona erer ve duello yasaklanır.

Tocqueville bu süreci incelerken, aslında çok daha derin bir dönüşümü analiz eder: Modern toplumda şiddetin tekelleşmesi meselesini. Yani meşru şiddet kullanma yetkisinin bireylerden alınarak devlete devredilmesini. Bu meşru şiddet tekeli, artık mahkemeler ve kolluk güçleri aracılığıyla kullanılmaktadır.

Tocqueville'in asıl vurgusu şudur: Modern toplum, bireylerin adalet arayışını kendi elleriyle sonuçlandırdığı bir yapıdan; hakkın, hukukun ve zor kullanma yetkisinin kurumsallaştığı bir düzene geçişi ifade eder. Duello'nun ortadan kalkması, sadece bir gelenek değişimi değil; toplumun kendisini yeniden kurma biçimidir.

En meşhur eseri "Amerika'da Demokrasi" sanırım...

"Amerika'da Demokrasi". Bunu herkes bilir. Seçimle iktidarın oluşması, insanların halk oyuyla siyasal kararlar vermesi Avrupa'da tartışılıyor ama Amerika Birleşik Devletleri'nde uygulamaya girmiş. Tocqueville bunu araştırmak için gidiyor oraya. Demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak değil, bir toplumsal form olarak ele aldığını görüyoruz. Bu orijinal bir katkı. Bunu yaparken sadece kitaplar üzerinden değil, gittiği yerde incelemeler yapıyor, Kızılderililerden Amerikan başkanına kadar derinlemesine mülakatlar yapıyor. O dönemde bu kadar büyük bir alanda seçim yok. Seçimi inceliyor. Sadece bu konu değil ele aldığı. İlk gidiş maksadı hapishane incelemesi. Modern hapishane kurumu ortaya çıkmış. Sonra Foucault'nun Panoptikon diye tartışacağı, toplumsal terbiye aracı olarak kullanılması konusu. İlk fikirleri Tocqueville'de okuyoruz...

TARİHİ MAKASLA KESİLİYOR SANIYORUZ AMA ÖYLE DEĞİL!

Fransız toplumu üzerine bir süreklilik tespiti yaptığını da söylüyorsunuz tezinizde...

Biz büyük değişimler yaşandığı yıllarda şöyle bir hataya düşüyoruz. Tarih sanki makasla kesiliyor sanıyoruz. Sonra başka bir şey başlıyor zannediyoruz. Biz kendi hikayemizi de böyle okumaya meyyal bir toplumuz. Halbuki toplumlar büyük sürekliliklerle devam eder. L'Ancien Régime et la Révolution yani Eski Rejim ve Devrim eserinde bunu tartışıyor. Devrim anlatısının çok gerçeği yansıtmadığını, Orta Çağ içerisinden süzülerek gelip büyük devamlılıklarla Fransız toplumunun geliştiğini anlatıyor... Bu anlamda ilk ciddi eleştiridir devrim anlatısı karşısında... Bunun yanında sömürgecilikle ilgili çok güzel çalışmaları vardır. Batılı bir siyasetçi olarak şunu anlatır: 19. yüzyıl Avrupa'sı büyük sanayi kentlerinin oluştuğu, gettolarda işçilerin kalacak yer bulamadığı, en temel insan haklarından mahrum kaldıkları bir yer. Bütün siyaset bu çelişkileri aşmak üzerine kuruludur. Bunu aşmak için sömürgeye ihtiyaç olduğunu belirtir. Bu bir yönüyle kabuldür. Zira bir sömürgedeki artı değeri ülkemize getirmeliyiz, der. Kendi orta sınıfımızı devrim olmadan, toplumu patlatmadan yönetmek istiyorsak bunu yapmak zorundayız der. Bunu 1848 ayaklanmalarının olduğu günlerde söylüyor, dikkatinize sunarım. Sömürgeciliği bir ekonomik rantabilite olarak yeniden kurgulamamız lazım diyor. Hali hazırda bu etkileri görmek mümkün...

NATO'NUN VARLIĞINI DEVAM ETME SEBEBİ

Bu ilk teziniz. Bir de NATO ve İttifak Modeli konulu ikinci teziniz var.

O da farklı bir meraktan doğdu. İngiltere'ye gittik, orada bir yüksek lisans daha yaptım. Uluslararası siyaset alanında. NATO'nun ittifak modelinin Soğuk Savaş sonrası dönüşümü üzerine. Uluslararası ilişkilerde farklı ekollerin verdiği cevaplar vardır. Mesela liberaller; ülkeler arasındaki ilişkileri o kadar iyi dizayn ederler ki verimlilik oluşturur, ülkeler bunu gönüllü kabul eder. NATO askeri ihtiyaçları, planlamayı o kadar iyi organize eder böylece ülkeler oradan ayrılamaz tezini sunalar. Realist okul, tartışmayı düşman üzerinden kurar. Varşova Paktı sona erdi. Sovyetler çöktü. O zaman NATO da dağılacak derler. Ama öyle olmaz mesela... Konstrüktivistler vardır. Bunlara göre toplumsal ideayı aslında bu ittifaklar üzerinden sürdürürsünüz. Demokratik toplum için NATO'nun da olması lazım, yoksa ortak demokratik ve yönetsel standartlar gelişemez, derler. Ben burada farklı bir perspektif açmaya çalıştım. Alman ulus devletinin oluşması sürecindeki literatürü alıp NATO'nun Soğuk Savaş sonrası ittifak modelini uyguladım. Temel düşüncem NATO'da bir merkezi güç var. Bu güç askeri endüstri kümelenmesi denilen teknolojinin üretimi sürecinde karşılıklı bağımlılık oluşturuyor. Bir ürünü kendim geliştiremiyorum. Bunu NATO üyesi ülkeden almak gerekiyor...

BAĞIMLILIĞA KARŞI KOYUŞ...

Merkezi güç olan ülkeler bunu vaat ediyor. Temel bir bağımlılık ilişkisi üretmenin teknolojik ve askeri türevine dönüşüyor bu örgüt. Bu anlamda savunma sanayindeki gelişmenin önemini de görmek gerekiyor. Merkezdekiler için son derece çıkar, çevredekiler için de bir bağımlılık ilişkisi ve güvenlik şemsiyesi. Alman ulus devletinin oluşmasında Prusya'nın bağımlılık ilişkileri üreterek nasıl bir ulus devlete dönüştürdüğünün, NATO eksenindeki bir yansıması model olarak... Türkiye bunu ve diğer sebepleri okuyor mesela artık ve adımlarını ona göre atıyor..

Doktora da devam ediyor şimdi. Hangi konuya yoğunlaşmayı planlıyorsunuz?

Bu yoğunlukta zor da olsa devam eden bir doktoramız var... İnşallah biter.. Burada ekonomik planlama fikrinin Türkiye'ye gelmesi, Türkiye girişi ve kurumsallaşması, Devlet Planlama Teşkilatı örneği ve bu fikrin nasıl bir serüvenle değiştiği konusu tartışmaya çalışacağım. Farklı toplumlardan etkiler var: Fransız etkisi, Sovyet etkisi, Amerika Birleşik Devletleri etkisi. DPT kurulurken ilk nesil dışarıya gönderiliyor. Bir kurumsal transfer başka bir toplumdan bize geliyor.

DEMOKRASİ KILIFI İLE GELEN VESAYET

Sizce neden geliyor veya gördüğümüzden farklı ne sebebi var bu transferin?

Temelde bu planlama fikri üzerinde çalışırken şöyle bir tespitim oldu. 1960 darbesi, ardından 1961 Anayasası geldi. Türkiye'de siyasetin ve demokratik iradenin üzerinde bir vesayet sistematiği oluşturdu. Aslında "çok!" modern ve demokratik gözüken kurumlar dahi bunun bir yansıması. Anayasa Mahkemesi bunun en ikonik örneğidir. Norm denetimi yapması, insan hakları alanında uygunluk denetimi yapması bakımından önemli bir kurum. Ama Türkiye'de organize ediliş yöntemi bir vesayet kurumu. Olumsuz yasama. Yani meclis iradesine gerektiğinde müdahale eden yapı. Kurucu meclis tutanaklarını satır satır okumuş bir araştırmacı olarak söylüyorum: İnsanların oy alması her kanunu çıkarmaya yetmez düşüncesi var. Eğer bir kanun anayasanın ruhuna aykırıysa norm denetimi olmalı, ama bu toplumsal olarak, demokratik olarak anlam bulmuş konuları alıp toplumun üzerinde bir baskı mekanizması oluşturdu.

BAŞÖRTÜSÜ KRİZİ BİR MUHASEBEDİR AYNI ZAMANDA...

Bunun pratikte çok örneği var, maalesef...

Düşünebiliyor musunuz? İktidarımızın önemli adımlarından biri, bugün Cumhur İttifakı'nı oluşturan çekirdeğin de ilk araya geldiği konulardan biri: başörtüsü özgürlüğü meselesi, "demokratik toplum ilkesini ihlal ettiği" gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Bu vesayet örüntüsünün yansımasıydı. Planlama fikri yeni nesil bir ekonomi için çok gerekli bir kurum. Bugün dünya büyük dönüşümler geçiriyor. Her şey Uzak Asya'da üretilip batıya satılsın anlayışı değişiyor. Merkez kapitalist ülkeler onshore, offshore, nearshore diyorlar, üretimlerini yeniden yapılandırıyorlar. Türkiye'yi nasıl hazırlayacağız? Dost ve kardeş ülkelerle birbirimizi tamamlayan teknolojilerde ortak konsorsiyumlar kurmak... Ama Türkiye'de planlama fikri bu gayeyle mi organize edilmiş? Hayır. Demokratik irade ülkenin temel ekonomik kararlarını vermesin diye, vesayetin bir devamı olarak iktisadi planda organize edilmiş.

Bu eserler kitaplaştırma süreçleri yaşadı mı?

Açıkçası ikinci yüksek lisansımdan sonra Türkiye'ye döndüm ve hızlı bir şekilde siyasette görevlerim oldu. Biraz şimdi bu yaptığım işin pratiğinin içerisinden düşünce üretmeye gayret ediyorum. Kitap yazmak, belli bir düşünceyi sistematize etmeye -belki de- fazla anlam yükleyen bir zihnim var. Bu olumsuz bir eleştiri kendime dönük.

"KİTAP ÖZETİ DEĞİL KİTAPLARI OKUMALIYIZ"

Sizin bu düşüncelerinizi kitaplaştırmanız, gençlerin sosyal bilimlere ilgisi anlamında olumlu katkı sunar bence... Gençleri nasıl görüyorsunuz? Sosyal bilimler ilgisi nasıl teşvik edilebilir?

Tabi aslında yapmam lazım. Doğru. Ama daha önce okunması gereken eserler var. Immanuel Wallerstein'ın "Sosyal Bilimleri Açın" kitabı. Bu işin disiplini bakımından çok değerli bir eser. Tüm dünyada aslında fenomen olan bir husus var: Konuşurken belirli düşünürleri anıyoruz ama temel sosyal bilim alanlarında, önemli üniversitelerde dahi bunların kitaplarıyla haşır neşir olmadan mezun oluyoruz. Çok iyi olduğu durumlarda bile textbook'lar üzerinden, o düşünürün şu makalesi, bunun pasajı... Birincil kaynakla öğrencilerin, gençlerin çarpıştığı, onunla muhakeme ettiği bir atmosferden biraz yoksunuz. Bunu önemli bir problem olarak ele alıyorum. Bu küresel bir sorun. Bununla nasıl baş etmek lazım? Üniversitedeki hocalarımızın bu dinamikle boğuşması lazım... Zor ama şart. İkinci fenomen bizimle biraz ilgili. Yaşadığımız kültürel kopuşun hala muhasebesini yapmış değiliz... Örneğin Kınalızade Ali Efendi var, " Ahlâk-ı Alâî" diye bir kitabı var. Önemli siyaset düşünürlerinden biri, Machiavelli ile aynı anda yaşamış. Ben Anadolu'da yaşamış biriyim, bir Türk'üm. Ahlâk-ı Alâî Türkçe yazılmış. O kitabı okuduğum zaman tam o düşünce dünyasına girebildiğimi düşünemiyorum, hissetmiyorum. Ama Jean-Jacques Rousseau'yu aslından okuyabiliyorum, "Du Contrat Social"i. Fransızca onu Fransızlarla bile tartışabilirim aldığım eğitim sayesinde. İngiltere'de gittim çalıştım, John Locke üzerine de aynı tartışmayı yapabilirim. İşte bu açmazı sonuca kavuşturmadan otantik bir çözüm bulamayız.

"SİYASETİN OKULU BURASIDIR AHMET!"

Siyaset, akademik bilgi var. Girdiniz, en zorlandığınız şey neydi?

Siyaset, emek yoğun, tecrübe isteyen ve son derece ciddi bir iştir. Entelektüel dünyadan siyasete bakanların ya da bu alana adım atanların, çoğu zaman siyasetin bu yönünü küçümsediklerine şahit oluyorum. Oysa siyaset, masa başında öğrenilen bir uğraş değildir.

Ben daha önce Gençlik Kolları Başkanlığı yaptım. Sayın Cumhurbaşkanımızla bir görüşmemizde elini masaya vurup şunu söylemişti: "Bak, siyaset burada öğrenilir. Ailen Allah razı olsun, sen de gayret etmişsin, iyi okullarda okumuşsun ama sakın 'ben bildim' deme. 'Ben bildim' dediğin an bittiğin andır. Siyaseti sokakta, teşkilatla çalışırken, esnaf ziyaretlerinde, ev sohbetlerinde, bizim toplantılarımızda öğreneceksin."

Bu söz, siyasetin mahiyetini çok net biçimde özetler. Siyaset, kendi dinamiği olan, özel meziyetler ve belirli bir olgunluk gerektiren bir alandır. Entelektüel faaliyetle karşılaştırıldığında temel fark burada ortaya çıkar: Entelektüel dünyada sahip olduğunuz bilgi, tarih, medeniyet ve teori karşısında daha izafidir. Oysa siyasette anlık ve somut bir sorumluluğunuz vardır.

Aldığınız kararlarla, yönettiğiniz süreçlerle o günü yaşarsınız; o gün karar almak zorundasınızdır. Siyaseti her an yeniden üretirsiniz. Sıktığınız her el, göz göze geldiğiniz her insan, kurduğunuz her cümle, seçtiğiniz her kelimeyle siyaseti o anda yeniden yaparsınız.

"Ben bu işle elli yıldır uğraşıyorum, çok büyük bir birikimim var" demek sizi kurtarmaz. Birine yanlış bir bakış, eksik bir gülümseme yeter; her şey bitebilir. Çünkü sizi gören bir insan, belki hayatında sadece üç dakika karşılaşır ve bir daha hiç görmez. Ama o üç dakikada sizinle ilgili kanaati oluşur.

Entelektüel çabada ise düşünceyi inşa etmek için zamanınız vardır. Siyasette böyle bir lüks yoktur. İşte bu yüzden siyaset, bütün bu hususiyetleriyle kendine özgü bir alandır; kendine has bir disiplini, ahlakı ve öğrenme biçimi olmak zorundadır.

GENÇLERE EN AÇIK KAPI AK PARTİ

Siyasette gençlerin ilgisini arttırmak için bir şey değiştirme hakkınız olsa - sadece parti siyaseti anlamında değil, Türkiye'nin genel siyaset anlamında - neyi değiştirirdiniz?

Bulunduğum siyasi ortamda yetişmiş olmaktan büyük bir iftihar duyuyorum. İyi ki üniversiteye başladığımda babam beni siyasete de teşvik etmiş ve AK Parti İstanbul Gençlik Kolları'na kaydolmuşum. Bu alanı genç yaşta tecrübe etmek, bana en az bir üniversite eğitimi kadar bilgi ve tecrübe kazandırdı.

Bütün siyasi partilerin, AK Parti'de olduğu gibi gençlerle daha yakın, daha sahici bir temas kurmasını isterim. Elbette bu durum rekabeti zorlaştırabilir; bütün partiler nitelikli gençleri yetiştirip sahaya çıkarırsa, karşı karşıya geldiğimizde işimiz daha da güçleşir. Ama siyasetin kalitesi de tam olarak böyle yükselir.

Şöyle bir örnek vereyim: AK Parti 14 Ağustos 2001'de kurulduğunda ben 11 yaşındaydım. Babamın Hac'dan getirdiği, rengi gelip giden küçük bir televizyon vardı; bilenler hatırlayacaktır. Cumhurbaşkanımızın konuşmasını o televizyondan dinlemiştik. Bugün gelinen nokta, işte o gün atılan adımların; gençlere verilen değerin, onlara duyulan güvenin ve gösterilen olağanüstü çabanın bir sonucudur. Üstelik bu münferit bir hikâye de değildir.

Görevi devraldığım Erkan Kandemir Başkanımız da AK Parti kurulduğunda 15–16 yaşlarındaydı. AK Parti, kendi kadrolarını, kendi düşünce dünyasını ve bakış açısını, kendi iç dinamikleriyle yetiştiren bir siyasi harekete dönüştü. Bu yönüyle Türk siyasal tarihi içinde istisnai bir yere sahip olduğunu düşünüyorum.

Hatta meseleyi daha geriden okumak mümkün. Dedem Milli Selamet Partisi'nin Beyoğlu teşkilatında üyeydi; o dönemde Cumhurbaşkanımız Gençlik Kolları Başkanıydı. Babam Refah Partisi Yalova teşkilatlarındaydı—o zaman Yalova, İstanbul'a bağlıydı—Cumhurbaşkanımız ise Refah Partisi'nin İstanbul İl Başkanıydı. Bugün ben AK Parti'de siyaset yapıyorum.

Bu süreklilik, sadece kişisel bir hikâye değil; bir siyasal geleneğin, kadro yetiştirme sistematiğinin ve kuşaklar arası aktarımın somut bir örneğidir. Her siyasi parti için böyle bir sistematiğin ortaya konması gerektiğini düşünüyorum. Bu tecrübenin, bütün partiler için yol gösterici olmasını isterim.

GELECEĞİMİZİN ÜÇ KAVRAMI: YERLİ-MİLLİ, İŞBİRLİĞİ VE ADALET

Türkiye'nin geleceği denince aklınıza gelen üç kavram nedir?

Cumhurbaşkanımız konuşmalarında sıkça atıf yapıyor. Ben de iki kavramı özellikle birlikte kullanıyorum; ayrı ayrı değil: yerli ve millî olmak. Yerli ve millî olmak, bu toplumu dünyanın gelişmelerinin merkezine yerleştirerek; buranın ihtiyaçlarına, çıkarlarına ve taleplerine göre bir toplum, bir dünya ve bir insanlık tahayyülü inşa etmektir.

Dünya çok derin bir değişim sürecinden geçiyor ve Türkiye bu dönüşüme öncülük edebilir. Sahip olduğumuz medeniyet birikimiyle, farklı ve özgün bir ses üretebilme imkânımız var. Bu ses, sadece kendimiz için değil, insanlık için de yeni bir perspektif sunabilir.

İkinci başlık ise işbirliği ekonomisidir. Bu değişim döneminde dost ve kardeş ülkelerle kuracağımız güçlü birlikteliklerle, herkesin kendi toplumuna refah üretebildiği, herkesin kazandığı bir çerçeve oluşturabiliriz. Bu perspektifle dostlukları bir araya getirerek yeni bir işbirliği ekonomisi inşa etmek mümkündür.

"İSRAİL'İN SINIRLARINI GÖSTERİN!"

En büyük hayallerimizden biri de budur: Daha adil bir dünyayı mümkün kılmak.

Zaten partimizin de ismini aldığı temel kavram budur: adalet.

Türkiye'de vesayetle mücadele ederken, toplumla devlet arasındaki çelişkileri gideren; büyük reformlarla adaleti tesis eden bu yaklaşımı, önümüzdeki dönemde küresel vesayetle mücadele ettiğimiz yeni bir aşamaya taşımamız gerekiyor. Bana göre bu dönemin tarihi yazıldığında, Sayın Cumhurbaşkanımızın 2019 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda yaptığı ve "Bana İsrail'in sınırlarını gösterin" sözleriyle başlayan konuşma, çok önemli bir kırılma noktası olarak kayda geçecektir. Bu konuşma, vesayetle mücadelenin küresel boyuta taşındığı yeni bir anlayışın başlangıcıdır.

"BİZ SÖMÜRGECİ OLMADIK ASLA"

Bugün hepimizi bekleyen şey, insanın ne olduğuna dair yeni bir tartışmadır. Bu mesele yalnızca karşı karşıya olduğumuz teknolojik dönüşümle ilgili değildir. Gazze'de şehit edilen, uzuvlarını kaybeden, ampüte edilen çocukların vicdanlarımızda açtığı yara ve oluşan siyasal iklim, bizi yeni bir sömürgeci dalgayla karşı karşıya bırakmaktadır.

Eğer burada haktan, hukuktan ve adaletten yana; bunu sahada da etkili biçimde hayata geçiren güçlü bir duruş ortaya koyamazsak, 17. ve 18. yüzyıllarda dünyanın farklı toplumlarının yaşadığı acı tecrübelerin bölgemizde yeniden yaşanması ihtimaliyle karşı karşıya kalırız. Bu durum bizi kaçınılmaz olarak şu soruya götürür: İnsan nedir?

YAPAY ZEKADAN GAZZE'YE: İNSAN ONURU TARTIŞMASI

Çünkü çocukları şehit ederken, onları insan olarak görmeyen bir zihniyetle hareket ediyorlar. Yapay zekâ destekli sistemlerle, karşısındakinin ne olduğuna bakmadan imha edebiliyorlar. Bu da insanın temel ihtiyaçlarının, temel haklarının ve insan onurunun ne olduğu sorusunu hem felsefi hem de siyasal düzlemde yeniden tartışmayı zorunlu kılıyor.

Tam da bu noktada Türkiye'nin önemli bir avantajı olduğunu düşünüyorum. Avrupalı dostlarımızla konuşurken sıkça şu düşünceyle hareket ediyoruz: Dünyanın herhangi bir yerindeki meseleleri tartışırken bizim sizin gibi tarihsel yüklerimiz yok. Biz hiçbir zaman soykırımcı ya da sömürgeci bir toplum olmadık.

Bu imkân sayesinde hem adalet mücadelesinde hem de insanın ne olduğuna dair tartışmada, yerli, millî ve güçlü bir duruş ortaya koyabilir; insanlığa yeni perspektifler açan, hem fikrî bütünlüğü olan hem de siyasal eyleme dönüşebilen bir yaklaşım geliştirebiliriz.

Başkanım çok keyifli bir sohbet oldu. Üzerinde yeniden konuşabileceğimiz birçok başlık verdiniz aslında. Devam etmeyi umarım...

Ben de şahsınızda Star Gazetesi'ne teşekkür ederim. Güzel bir imkân oldu. Bu konuları konuşmak ve üzerinde düşünmek gerekiyor, umarım okuyuculara fayda sunar, başka zamanda devam ederiz inşallah...

AHMET BÜYÜKGÜMÜŞ KİMDİR?

Büyükgümüş, 1990 İstanbul doğumlu. İlköğrenimini Yalova'da tamamladı. 2009'da İstanbul Sosyal Bilimler Lisesi'nden mezun olduktan sonra Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü'nü bölüm birincisi olarak bitirmiştir. Ardından İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde ve İngiltere SOAS University of London'da yüksek lisans yapmıştır. Galatasaray Üniversitesi'nde doktora çalışmalarına devam etmektedir. Üniversite yıllarından itibaren Yalova Kent Konseyi Gençlik Meclisi'nde ve çeşitli sivil toplum faaliyetlerinde yer almıştır. AK Parti teşkilatında gençlik kollarında görev almış, 2018'de AK Parti Gençlik Kolları Genel Başkanlığı'na seçilmiştir. Aynı yıl Yalova'dan milletvekili seçilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne girmiştir. Halen AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Teşlikat Başkanıdır. İyi derecede İngilizce ve Fransızca, orta düzeyde Arapça bilmektedir. Siyaset bilimi, sosyoloji ve uluslararası ilişkiler alanlarında çalışmalar yapan, genç ve akademik yönü güçlü bir siyasetçidir."